Meltem Akadur
Büyülü Eller Sirki

Bir akşam tanıştım onunla, bir bar taburesinde tek başına oturmuş ve kend, dünyasına dalmış bir halde. Zaman ona pekte cömert davranmamıştı belli ki, gözlerindeki ışıltı ben hala yaşıyorum diye ısrar etse de onu çevreleyen yüzü pes etmişti hayata. Nasıl olduysa derin bir sohbete girdik, önce oradan buradan konuşurken sohbet kasabanın eski zamanlarına doğru yol aldı. Meğer yıllar önce burada yaşamış bir süre, hem de o dillere destan sirkin geldiği sene. Bana biraz sirki anlatmasını istedim, öyle ya çok duymuştum methini. O da sağ olsun kırmadı, kırası da yoktu belli, anlatası vardı her şeyi.
Başladı.
-Yıllar önceydi, daha kuyrukluyıldızın kuyruğunu kıstırıp geri dönmesinden önceydi. Kilometrelerce yol katetmiş, keşfedilmiş coğrafyalarda mola vermiş, keşfedilmemiş çöllerde dudakları iki yağmur damlasına hasret kalmış, kimi zaman mideler birbirine senfonilerini duyururken, kimi zaman koca bir koyuna ev sahipliği yapmış, yine de yılların tecrübesi onları yıldırmamış ve sonunda varmak istedikleri, yetenekleriyle beyinlere ziyafet çektirecekleri topraklara iskelelerini kurmuşlardı. Zor bir iştir, hiçbir zaman aynı gökyüzüne bakmamak, aynı sudan içmemek, aynı esnafla tokalaşmamak. Hep yenidir saatler, yüzler, sesler. Bu dünya farklıdır, onun içinde yaşamak vize istemez belki ama daha fazlasını gerektirir dahil olabilmek. İnsan dahil olmak ister mi, o da bilinmez.
Büyülü Eller Sirki bir gece yarısı sanki gökten inmiş bir göktaşı gibi indi köydeki meydana. Deprem gibi bir toprak titreyişiyle, ama kimse farketmedi o saatte. Ertesi gün herkes birbirine soruyordu, dört tarafı yüksek, kalın kumaşlarla kapatılmış, içeride hayat belirtisi bile göstermeyen kubbenin nerden geldiğini, ne olduğunu.
Ertesi akşam o bir gece evvel hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen kalın perdeler aniden tüm cümbüşüyle açılıverdi. Bir anda, sanki daha evvel hep oradaymış gibi coşkulu, kalabalık canlılığıyla, varlığı hiç merak uyandırmadan öylece açılıverdi. Sirkin ortasında yükselen alevlerin dumana dönüşüp renkli ışıklar saçtığı gece, sanki gündüzleri ıssızlaşıp görünmez perdelerin ardında hayalet şehire dönüşen o değilmiş gibi; gece oradan oraya koşturan çocukların bağırışları, sevgilisini elinden tutup çadır çadır gezinen liselilerin heyecanı, orada doğup büyümüş gibi, oraya aitmiş gibi elinde ışıklı topaçlarıyla alevleri seyredenleri ile dolup taşıyordu. Sonra sirk ışıklarını söndürdüğünde hayat normale dönüyor, çöpçüler eğlenceden sonra geride terk edilmiş izmarit parçalarını, külleri, ıslanmış çuvalları, tel tel ayrılmış dal parçalarını topluyordu.
Sirkte Tahta Bacak Bob adında bir akrobat vardı. Herkes severdi onu, çok zekiydi, ama bilirsin temiz kalpli insanları kullanmak, yağmurda şemsiye kullanmak kadar doğaldır bu dünyada. Onu da işlerine koşturur, sürekli bir şeyler isterler, ama senin ihtiyacın var mı diye kimse sormazdı.
Akıl bazen bir solucan gibi yaşamaya engel olamıyor, bir beyine sahip olsanda, seni görmeyen ayaklar altında ezilip gidebiliyorsun. Yine de hiç ses çıkarmazdı, akıllıydı çünkü. Tek bir kişiye karşı çıksa, dilden dile dolaşır, hafızalar içine kümelenir, her beyin kendi yaşanmışlığına ekler ve bir bakmışsın tüm dünya sana düşman olmuş. Öyle bir zamandı o vakitler. Üstelik sirkte kalmak için çok büyük bir sebebi vardı, Clara. Sirkin gözbebeği, sevgilisi, ekmeği, isminin baş kahramanı. Yıllar bez parçalarına güve düşürmüş, içten içe kemirirken o kaldırmıştı çadırları toz bulutunun içinden.
Büyülü elleri vardı, ilk görüşmede insanı büyüleyen. O parmakların sergilenmediği her hareketi kayıptı, o ellere haksızlıktı. En başında anlamıştım bu kızda cevher olduğunu, lakin öyle de oldu. Bob bu kıza tutkuyla bağlıydı. Tahta bacaklarına onun için basamaklar oymuştu, kalbine yaklaşabilsin diye. Yüzyirmilik bedende yükselen bir melek. Dokunduğu herşeye ruh katan, can veren Clara. Sihirli elleriyle olduğu kadar, derin okyanusları, yeşilin en yeşili ormanları, en özgüründen kuşları içinde barındıran gözleriyle de etrafına hayat katan Clara. Herkes aşıktı ona, nasıl olmasın, ondan sonra yaşam anlam kazanmıştı hepimiz için.
-Sihirli Prenses Clara'nın minyatür dünyasına hoşgeldiniz. İçeride gördüklerinize gözleriniz inanamazken, kalbiniz deli gibi çarpacak, deli gibi çarpan kalbiniz, gördüklerinin karşısında donup kalan gözlerinize söz geçiremeyecek. Buyurun, burdan buyurun.
Şu anda bile Clara'nın duyurusu hala kulaklarımdadır. Bob bu kıza deli gibi aşıktı, aslında aşk demeyelim, tutkuydu. Aşk yoktu o zamanlar, keşfedilmemiş bir nehir gibiydi. Kızı gördüğünde tahta bacakları titrer, birbirine çarpmaktan takır takır yankılanırdı sirkin kumaş duvarlarında. Hatırlıyorum bir gün Clara akşam için prova yapıyordu. Bob'u görünce yanına çağırdı 'Bob, hadi gel bana yardım et' dedi. Bob heyecandan takırdamaya başladı. 'Sana nasıl yardım edebilirim ki?' dedi, sesi tekleyerek. Claranın ondan yardım istemesine alışık değildi. Clara yüzünde hafif çocuksu gülümsemesiyle kemansı kaşlarını kaldırdı ve 'sen de etten kemikten bacaklara sahip olmak istemez misin?' diye sordu. Ama Bob utanmıştı, vücudundaki tüm kan sanki küçük bir delik bulmuşta oradan sızmış gibi yüzünde toplanmıştı. Çünkü o, tahta bacaklarını seviyordu, onların yağmur sonrası huzur kokan ıslaklığını, her adımda ona arkadaşlık eden takırdamasını, her sabah cilalamayı, kıymıklarını temizlemeyi seviyordu. En çokta dünyayı yukarıdan izlemeyi. Yalnız kalmak istediğinde sığınacak köşe aramasına gerek kalmıyordu, herkese tepeden bakarken kimse onun bacaklarından başkasını görmüyor, ilgilenmiyordu. O yüzden Claranın bu teklifine bozulmuş, tahta bacaklarından ötürü onu istemediğini düşünmüş, onu artık sevmediğini sanmıştı..
-Peki Clara seviyor muydu şu tahta bacağı gerçekten? diye sordum.
-Seviyordu herhalde. Her gece, gösterisi bitince hiç üşenmez Bob'un yanına gider, gösteriden bazı bölümleri onun için tekrarlardı. Clara küçültülüp bir kar küresine sıkıştırılmış kardan adamdan farksız, küçük bedenine en uygun boyutlarda, minyatür bir çadırda çıkıyordu gösteriye. Onu izlemek için gelen seyirciler küçük delikten sürünerek girmek zorundaydılar. İçeri girdikten sonra da çömelmiş vaziyette kalmalıydılar, o kadar küçüktü Clara’nın dünyası. Tahtabacak Bob Clara'yı kendi çadırında , tüm gösterisini, o büyülü ellerinin ahenkli hareketini izlemeyi çok istiyordu. Fakat üç metrelik sıska bacaklarıyla oraya girmesi imkansızdı. Bir tek bunun için normal bacak özlemi duyabilirdi. Clarada işini kolaylaştırmıyor, gün gittikçe daha ısrarcı şekilde, 'yüzlerce kişi izledi, benim yeteneğimi alkışladı, takdir etti, heyecanlandı. O kadar kişinin hayatına dahil oldum, büyülü parmaklarım hayat verdi. Ama en yakınım, sen, beni bir kez bile izlemeye gelmedin, diye sitem ediyordu. Oysaki Bob'da çok istiyordu izlemeyi, ama fiziksel durumu buna müsait değildi. Bunu Clara da biliyordu mutlaka, belkide artık Bob'u eskisi kadar sevmiyor, daha evvel ona aşık olmasına sebep özellikleri artık onu rahatsız ediyordu. Bilemiyorum, asla bilemedim de zaten. Ama Bob çok üzülüyordu. Clara için her şeyi yapmaya hazırdı, onu yeryüzüne bağlayan, karnını doyurmasını sağlayan, azıcık itibar görmesini sağlayan bacaklarından vazgeçmeye bile.
Ve bir gün içinde kaynayan duygulara daha fazla engel olamadı.
O akşam onu görenler, sanki yıllar önce biryerde karşılaşmışta tam olarak nerede gördüğünü hatırlayamaz gözlerle ona bakıyorlardı. Aslında belkide ilk kez gördükleri bu yüzde tanıdık bir şeyler bulmaya çalışıyorlardı. Ancak heyecandan takırdamaya başladığında herkesin yüzünde bir şok ifadesi belirdi. Üç metrelik tahta parçaları kırpılmış, bir sağa bir sola savrularak Claranın çadırına doğru ilerliyordu. Korkak adımları toprağa saplanıp dururken,, eskiden sadece tepeden gören, sesleri uzaklardan duyabildiği bu insanların şaşkın konuşmalarına kulak misafiri oluyordu. 'Bob ne yapmış kendine böyle, acaba kavgayamı karıştı, yoksa yandı mı' gibi tahminlerde bulunuyorlardı.
-Vay be, gerçekten fazla tutkuluymuş bu Bob. Aşkı uğruna bacaklarını kesmek ha. Üstelik gösteriyi izleyebilmek için, dedim, aşk için kendini feda edenler var mıydı hala diye düşünerek.
-Tek derdi Clara'nın çadırına girebilmek değildi elbette. Claraya kendini beğendirmek, normal biri gibi olursa onun sevgisini yeniden kazanabilme düşüncesiydi ona bunu yaptıran, diye karşılık verdi bizim gizemli yabancı.
Gösteriyi izleyebilmiş mi peki diye sordum, merak etmiştim, acaba işe yaramış mıydı.
-izledi tabi, hemde en önde, Claradan bir saniye gözlerini ayırmadan. Ama o gün Claranın gösterisini ilk, Clarayı son görüşü oldu. Sirk dünyası başkadır, orada kalmak çok şey ister. Bacakları olmadan sirkte barınması olanaksızdı, o gece kovuldu.
Ama başka bir iş verebilirlerdi, öyle ya, madem herkes tarafından seviliyordu, uzun zamandır o sirkteydi, başka bir iş yapabilirdi. Ama öyle olmamış, o dünya gerçekten insaftan vefadan nasibini almamış bir yermiş.
-Orada barınan herkes, yediğinden katlarca fazlasını kazandırmak zorundadır. Eğer kazandıramıyorsa,, her yediği lokma o sirk için denize atılmış paradan farksızdır. Bob artık gösteri yapamazdı, o yüzden orada kalması zarardan başka şey getirmezdi.
Bunu bile bile yapmıştı, intihar etmekti onun yaptığı aslında. Ama içinde taşıdığı büyük servetiyle koşarak gittiği intihar. Clara da peşinden gitmemiş üstelik. Belki istese sirk sahibi Clarayı kaybetmemek için Bobu sirkte tutmayı göze alabilirdi. Acaba Claraya ne olmuştu? Sormak için kafamı çevirdiğimde yabancı takırdayan bacaklarıyla uzaklaşıyordu.