Meltem Akadur
BAŞKA BİR YOL

Ablamın sesini duymayalı uzun zaman olmuştu. Ne kadar coşkulu, fütursuz, birbirinden bağımsız çıkıyor kelimeler dudaklarından. Bir sonraki cümlesinde hangi umursamaz kelimeyi araya sıkıştıracak hiç bilemiyor insan. Ama o hep böyleydi, küçüklüğünde de nerede ne konuşacağı, nasıl davranacağı hiç belli olmazdı. Bu sebeple, kendisi için en doğru tercihi yaptı, o otuz sayfalık, her maddesi büyük harflerle altı çizilerek yazılmış Sarı Defter’i imzalamayarak.
-Teyze oluyorsun (bunu söylerken, ben beş o yedi yaşındayken, gizlice annemin odasına girip mutfaktan aşırdığımız kurabiyeler ve eski kıyafetlerden diktiğimiz bebeklerimizle evcilik oynarken sessizce odada yankılanan kıkırdamalarımızı duydum ses tonunda, muzur, mutlu ve sımsıcak)
-Tebrik ederim (ne bekliyordum ki, elbet bir gün alacaktım bu haberi. O kararını on üç yaşındayken vermişti.)
Biraz titreşimden yoksun, donuk, sönük bir tebrik olmalı, kısa bir sessizlik oldu.
-Abla, sizi özledim, ziyaret etmek istiyorum.
Tekrar bir sessizlik, dakikalar süren (ya da birkaç saniye belki de, kestiremiyorum, soru ağzımdan çıkarken başlayan davul sesi, zamana olan idrakımı engelliyor) Beni belirsiz bir anlayışla geri çevirecek o sihirli kelimeleri nasıl bulup bir araya getireceğini düşünüyor olmalı. Hiç yapamadığı şey, düşünmek.
-Biliyorsun tatlım, bu senin iyiliğin için.
Biliyorum elbette, farklı bir hayat için imza attığımda ardımda bırakacaklarımı da iyi biliyordum. Ama yine de bu kadar katı olmak zorunda mı kurallar?
Tam olarak bir sene oldu, son hafta sonu izniyle, kavurulmuş soğan kokusunun yeni yıkanmış ipe sıra sıra dizilmiş çamaşır kokusuna karıştığı o elli metrekare eve ayak basmayalı. Ve aynı şekilde o kavurduğu soğanın kokusu sinmiş ellerini yanaklarımda hissetmeyeli annemin.
Yatak odasındaki dolabı yavaşça iterek altındaki, rengi hafif koyuca olan parkeyi kaldırıyorum. Altından küçük, üstünde yer yer boyası kalkmış ayı figürleri olan, kapağı çatlamış kutuyu çıkarıyorum. Evden ayrılmadan bir önceki sabahtı. Annem mutfakta benim için konserveler hazırlıyor, babam işte, ablam ise her sabah olduğu gibi horul horul uyuyordu. Gizlice yatak odasına girip gardırobun tepesindeki kutudan birkaç aile fotoğrafımızı gizlice alıp bu kutuya saklamıştım. Yanımıza hatıra almak yasak, en azından kâğıt üzerinde olup uygulamada esnek olan bir yasak desek daha doğru olur. Yakalanmadığın veya biri ihbar etmediği sürece tam olarak uygulanmayan kurallardan biri işte.
O günden beri ilk defa açıyorum bu kutuyu, üstü tozlanmış. Elimle silince altındaki ayıcığın rengi gerçek kahverengisine kavuşuyor. Bu kutuyu da bana küçükken babam almıştı, alabildiği tek hediyeydi.
Kutuyu açar açmaz yüzüme çarpıyor, siyah beyaz fotoğraflardan bile parlayan evin sıcak ışığı. Ablamla ben annemin kendi elbisesinden bozup bize bir örnek diktiği geceliklerimizle kanepenin üzerindeyiz. Duvarda, tam olarak çalıştığını hiçbir zaman göremediğim (babam sürekli tamir ederdi ve ısrarla iki gün sonra bozulurdu), altıyı çeyrek geçerken zamanı durdurmaya karar vermiş emektar saat duruyor. Benim sağ tarafımda bir bacağı topal sehpa. Her şey öyle ölümle burun buruna, oda öyle kırılgan ki. Ancak birbirine sarılıp kameraya tüm dişlerini gösteren bu iki kızın mutluluğu da ironik bir şekilde hayat dolu.
Kutuyu ve dolabı yerine koyup kolumdaki pırlanta işlemeli saate baktığımda zamanın geldiğini söylüyor. Her akşam yaptığım gibi mutfaktan bir bardak su alıp, bugünün adı yazılı bölmeden hapımı çıkarıp yutuyorum.
Her sabah aynı saatte kalkıp gidiyorum gazeteye. Alışık olduğum düzen, yurt yıllarında olduğundan pek farkı yok. Her sabah altıda kalkar, önce günlük sporlarımızı yapmak üzere, hazırda bekleyen spor çantalarımızı sırtımıza alıp yüz metre ilerdeki çelik çatılı binaya giderdik. Yolda mutlaka kızlardan biriyle denk gelir, sohbet ederek ısınma temposunda spor salonuna doğru ilerlerdik. Bir saatlik ağırlaştırılmış spor sonrası duşumuzu alır derse geçerdik. Dersler tüm gün sürerdi. Son dersimiz mutlaka ‘davranış’ dersi olurdu. Derse giren öğretmeni hala hatırlıyorum, Bayan Uzun Bacak. Neredeyse benim kadardı; naylon çorabının üstüne giydiği, vücudunun tüm hatlarını en mükemmel haliyle ortaya çıkaran eteğin altından kendini güneşe sunmuş bronz bacaklar. Sınıfa girdiğinde tüm yeniyetme kızlar hayranlıkla takip ederdik, bacakların sıralar arasındaki yaylanışını. Zarafet, özgüven, hırs tüm bu ders konularının tek bir vücutta toplandığı bu kadın, kendi gibi güçlü kadınlar yaratmak için buradaydı. Yarattığı kadınlardan biri olarak bakıyorum şu an otuz dördüncü kata doğru çıkmakta olan asansörün ferforjeli aynasından. Belki ben bir Uzun Bacak değilim ama pek tabi ki bir Bayan Yuvarlak Basen olabilirim (gülüyorum kendi kendime). Bu gücü seviyorum. Asansöre benimle birlikte binen erkeklerin saygın bakışlarını, her söylediğim kelimeyi sanki yeni bir icat yapmışım gibi zihinlerine yerleştirmeye çalışır hallerini görmek beni bir tanrıça gibi hissettiriyor. Mezuniyet sonrası yerleştirildiğim bu gazetede daha senesini doldurmamış bir acemi olarak bu kadar saygı görmek bana yapabileceklerimin ne kadar değerli bir çoklukta olduğunu gösteriyor.
Asansörden indiğimde; rengini geçmişe bırakmış yüzüne allıkla hayat vermiş Bayan Müdire’nin, sivri topuklarının suni ahşap üzerindeki darbeleriyle bana doğru geldiğini görüyorum. Karşımda duruyor. Sanki yüzündeki bütün kaslar buharlaştırılmış, yalnızca etten bir bebek kalmış geriye. Gözlerine bakıyorum, içimden nabzını ölçmek geliyor, yaşayan bir zombi mi anlamak istercesine.
-Bu dosya sende, bir araştır bakalım ne çıkacak
-Peki Bayan Müdire.
Bana güveniyor. Arkasındaki Bayan Öblek Surat’ın bakışlarını yakalıyorum. ‘O işi ben hak etmiştim’ bakışı. Veya, ‘umarım başarısız olursun’ bakışı. Her ikisi de olabilir.
Öğlen yemeğinde akşam için program yaptıklarını duyuyorum, beni de çağırıyorlar, muhtemelen Bay Ruhsuz da orada olacak, hiç almayayım. Geçen haftaki buluşmada içkiyi biraz fazla kaçırmıştık, benim eve zor attık kendimizi. O halde beni eve bıraktıktan sonra geri dön demekte olmazdı. İçkiliyken yaşananlarda heyecan aramıyor insan. İçki kalbi rölantiye alan bir şey olmalı. Mantıkta kendini uykuya veriyor. Geriye yalnızca kalbin tetiklemelerinden ve beynin engellerinden uzak, özgür bir beden kalıyor. Öyle zamanlarda yaşadıklarım son derece sıradan geliyor, her şey olması gerektiği gibi. Ama ertesi sabah herhangi iki bedene dönüştüğümüzü görmek, amaçsızlaştırıyor her bir detayı.
Yoğun ve yoğunluğun yarattığı yorgunluk tüm beynim ve bedenime yapışmış halde eve varıyorum, saat epey geç olmuş. Belki de arkadaşların davetini kabul edip biraz rahatlasam fena olmazdı diye düşünüyorum, bir anlık sadece. Kıyafetlerimi çıkarıp kuru temizleme asansörüne bırakırken alarm çalıyor. On iki buçuk yaşımdan beri kullanıyorum bu küçük, gri, yuvarlak şeyi. Niye gri acaba, renkli bir albeniye sahip değil de? Cinsiyetsiz görünmesini istemiş olmalılar. Tadından nefret ediyorum. Neden aromalandırmıyorlar şunları? Etkisini azaltmasın diye belki de. Öyle ya, en ufak bir düşük performansta hamile kalma riski var. Öyle bir durumda, ülkenin devi haline gelmiş ilaç firmasının egemenliği tehlikeye girer. Hapımı yuttuktan sonra kolumdaki saate bakıyorum, bugünün tarihi yazan kutucuk yeşile döndü. Üç kez kırmızı olanları evden gelip almaları ne kadar sürüyor acaba? Gereksiz bir düşünce. Yatağa giriyorum.
Yine aylık ziyaret sabahlarımızdan biri, servisten indiğimde ailem beni kapıda bekliyor. En sevdiğim kokuyla dolmuş ev. Sıkıca sarılmak için kapının ardımızda gıcırdayarak kapanmasını bekliyoruz. Evde her şey bıraktığım gibi, duvardaki saat hariç. Yelkovan akrebi sırtında itekleyerek ilerliyor, hayatın akışına yenik düşmüş o da. Yemek masası kurulmuş salonun ortasında. Eski günlerdeki gibi diziliyoruz etrafına, babam tabi ki baş köşede. Annem mutfaktan yemeklerimizi getiriyor. Burnumun önünden buharını tüttürerek geçen tabağa ilişiyor gözüm. Koca bir parça pirzola olduğunu görüyorum. Şaşkınlıkla diğer tabaklara bakıyorum. Hepsinde aynı bollukta, sanki koca bir hayvanı dörde bölüp önümüze koymuşçasına.
-Ablan çift can taşıdığından beri her gün et pişiriyorum, diyor annem. Çift can? Ablama dönüp bakıyorum, yanakları al al, ağzının iki tarafında top çiğner gibi dolmuş yanaklar. Eskiden kemiklerin üzerini saran beyaz bir çarşaf gibiydi. Sonra bakışlarımı ikinci canın olduğu yere doğru indirmeye çalışıyorum ama bir türlü yanaklarından göbeğe olan o mesafeyi aşamıyor bakışlarım. Hamile bir göbek görmek için sabırsızlanıyorum. Yine de başaramıyorum. Bütün masayı devirip ona ulaşmaya çalışıyorum.
Dıırrttt, dırrttt, saat altı.
Bütün gün gördüğüm rüyanın etkisinde insanları inceliyorum sokakta. Hamile bir kadın nasıl görünür hatırlamak istiyorum. Birini bulup karnına dokunmak, içerdeki kalbin düzensiz ritmini parmak uçlarımda hissetmek istiyorum. Aşağı Doğu mahallelerinde rast gelebilirim ancak Yukarı Batılı birinin oralara gitmesi riske atılacak bir şey olamaz.
Bugün Bayan Müdire’nin bana verdiği dosya için araştırma yapmak üzere kayıt arşivindeyim. Bu kadar çok ölüm belgesi olduğunu bilmiyordum. Birçoğu da öyle gençler ki, belki en fazla benden birkaç yaş büyük. Neyse, şu an farklı bir konu için burada olduğumu hatırlıyorum: doğum belgeleri. Raflar dolusu ölüm belgesine karşılık bu kadar az doğum olması ne kadar korkunç. Haber merkezinin nüfus azalmasıyla ilgili duyumları doğru olmalı. Sebeplerini araştırmak üzere Kariyer Merkezi’ne doğru yola koyuluyorum.
Bu bina ülkenin en gösterişli, heybetli binası diyebilirim. Daha bahçesinden girdiğinizde iki yanda dünyaca ünlü, başarılı -rol modeli- kadınların heykellerinin dizildiği taş kaplı yolda buluyorsunuz kendinizi. Yapıya yaklaştıkça iki yanından uzanan kuleler dikkati çekmeye başlıyor. Sanki köklendikçe, güçlendikçe gökyüzüne doğru uzayan bir ağaç gibi, her sene biraz daha yükselen kuleler. İçeri girdiğinizde kaybedecekleriniz aklınızın ucundan bile geçmiyor, kazanacaklarınız size her adımınızda yoğun bir şekilde hissettiriliyor.
Bu kapıdan son girdiğimde, regl olmamın ertesi sabahıydı, bende bu hislere kapılmıştım. Zaten küçüklüğümden beri annem beni bu amaçla yetiştirmişti, onlar gibi sefalet çekmeyecektim. Beni bekleyen yüksek mevkiler, güçlü, başarılı insanlarla çevrili bir hayat için atacağım imza, o güne kadar ki en büyük gayemdi. Ablam gibi olmayacaktım ben.
Danışmada kendinden emin duruşuyla; en pahalı mağazaların, üzerinde logosu olan ceketinin özellikle seçildiği anlaşılan kıyafetleri ve yüzüyle bütünleşmiş, en ufak bir kusur barındırmayan makyajıyla gelenleri karşılayan Bayan Top Model (çünkü modellerin dört dörtlük, kusursuz fiziğinden eksik kalır yanı yok) beni bekleme salonuna alıyor.
Odanın her tarafı ekranlarla dolu, boş bir duvar göremezsin. Her birisinde, Sarı Defter’i neden imzalamanız gerektiğini, beyninizin en bihaber hücresine kadar işleyen filmler oynuyor. Annem ve babamla son gelişimizde daha az ekran vardı, kocasından şiddet gören bir kadını konu alan filmlerden birine öyle dehşetle kaptırmıştım ki kendimi, ismimi birkaç defa tekrarlamak zorunda kalmışlardı. Bazılarını aylık film seanslarından hatırlıyorum. Ama şu ekrandaki yeni olmalı. Bu ay ki seansa hala gitmedim, onlar beni aramadan en kısa zamanda gitmem gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Tümü ışıl ışıl hareket halindeki ekranlarla çevrili duvarların arasında, girdiğim kapının aksi tarafında boylu boyunca uzanan karanlık koridora ilişiyor gözüm. O gün, refakatçinin arkasından dar, uzun, kasvetli koridora girdiğimde yalnızdım. Sarı Defter ve Bayan Başkan ile yalnız olmamız gerekiyordu, kafa karıştırıcı herkesten bağımsız. İçeri girdiğimde masanın arkasında yılların kırışığı yüzünden kayıp düşmüş, porselen diyebileceğiniz durulukta yüzüyle Bayan Başkan duruyordu karşımda. Ergenliğe yeni adım atmış, çocukluk beynini henüz oyuncaklarıyla depoya kaldıramamış bir kız çocuğu olarak, o porselen suratın üzerindeki iki yırtıcı bakış karşısında korkmamıştım dersem sanırım kesinlikle doğru söylemiş olmam. O bakışın karşısına kadar gelip ‘vazgeçtim’ diyerek dönebilen ergen var mıdır bilemiyorum ama ben değildim.
Bayan Top Model’in topuk sesiyle anılardan uzaklaşıyorum.
-Bayan X sizi bekliyor
Böyle yerlerde tanıdıklarınızın veya size iyilik borcu olan birilerinin olması çok önemli, bir gazeteciyseniz eğer. Ya da karşılıklı çıkar sağlayabileceğiniz birilerinin olması. Bayan X’te onlardan biri. Yoksa Karar Merkezi gibi önemli bir kurumun arşivlerine ulaşmam söz konusu olamazdı. Arşiv, binanın iki kulesinden yüksek olanında yer alıyor. Yirmi altı kattan oluşan bu kulenin tüm katları Sarı Belgeli kadınların kayıtlarıyla dolu. Her katın bir seneye ayrıldığını ve kat içerisindeki her bölmenin harf sırasına göre düzenlendiğini anlatıyor bana, refakat eden kısa boylu, hafif kilolu adam. Asansörle en üst kata doğru ilerlerken, camdan baktığınızda binlerce dosyanın dizili olduğu katlara bütünüyle hakim olabiliyorsunuz. Kadın Cumhuriyeti’ne geçildiği seneden günümüze kadar, katlardaki düzen aşağıdan yukarıya doğru devam ediyor. Her biten senenin ardından kuleye yeni sene için bir kat daha ekleniyor. Haliyle asla tamamlanmayan, ilginç bir mimarisi var. İlk katlarda boş raflar göze çarpıyor. Ancak asansör yukarı doğru ilerledikçe, dosya sayısında fark edilir bir artış olduğunu hemen anlıyorsunuz. Yirmi altıncı kata gelip durduğumuzda, rafların yatayda ve düşeyde hiç boşluk kalmayacak şekilde dolmuş olduğunu görmek dehşet verici. Annelik potansiyelinden tamamen vazgeçip Sarı Defter’i imzalayanların sayısındaki inanılmaz artış, doğum oranındaki düşüşün sebebini açıklıyor. Peki ama neden bu kadar kadın vazgeçmeyi tercih ediyor? Annelik gerçekten bize her ay izletilen o filmlerdeki kadar korkunç bir şey mi? Sebebini o kadar merak ediyorum ki, öğrenmek için son bir ay içinde defteri imzalamış kadınlardan birkaçı ile görüşmek için bilgilerini alıyorum.
Başlarda çok tatmin etmeyen, hepimizin bildiği sıradan sebepleri sıralıyorlar. Yukarı Batı’da, yüksek standartlı, saygıdeğer bir hayat yaşamayı, anne olup evde çocuğu ve kocasına bakmaya tercih ettiklerini söylüyorlar. Ama biraz daha kurcaladığımda, tam olarak ifade etmek istemeseler de ben her şeyi anlıyorum. Aileleri tarafından zorla imzaya götürülüyor bu çocuklar. Kendileri gibi sefil bir hayat yaşamasın diye, çocuklarını o hayattan kurtarmak için. Çünkü devletin onlara hiçbir şekilde destek olmadığını anlatıyorlar. Sarı Belgesi olmayan hiçbir kadın çalışamaz. Evinde oturup çocuklarını büyütmekten ve kocasını memnun edip ona muhtaç yaşamaktan başka hiçbir çaresi yoktur. Kimisi şanslıysa geliri yüksek bir adamla evlenip rahat yaşar ama çoğunluğu bu kadar şanslı değildir. Çünkü işi ve geliri iyi olan birçok erkek bu kadınlarla evlenip Aşağı Doğu mahallesinde (çünkü bu kadınların Yukarı Batı mahallesinde bulunması yasaktır) yaşamayı göze alamaz.
Son görüşmeyi de tamamlayıp çıktığımdan beri beynim inanılmaz yorgun, sanki tüm beyin hücrelerim birbirinin üstüne binmiş, tek parça halinde basınç yapıyorlar kafamın içine. Aşağı Doğu mahallelerinde hayat gerçekten bu kadar kötü mü? Çocukluğumdan hatırladığım iki odalı evimiz pekte lüks içerisinde sayılmazdı veya evimize et, balık gibi yicekler ayda iki üç defadan fazla girmezdi. Ama ölümle burun buruna diyebileceğim bir fakirlik içerisinde de değildik. Mahallemizdeki diğer evler de ortalama bizim gibilerdi. Yıllar içerisinde şartlar neden bu kadar kötüleşti, düşünmeden yapamıyorum. Kendi ailem geliyor aklıma, onlar da bahsettikleri kadar kötü şartlarda mı yaşıyor şu an, merak ediyorum.
Gazeteye döner dönmez haberi hazırlamak için onay almak üzere Bayan Müdire’nin yanına gidiyorum.
-Bu haberi yapamazsın. Dosyayı sana verirken içeriğini çok incelememiştim. Altından bunun çıkacağını bilseydim elime geçtiği gibi ortadan kaldırırdım. Bu tür ihbarları ne kadar çok alıyoruz biliyor musun sen. Şimdiye kadar tekini bile haber yapmış olsaydık, bu gazete bugüne sağ kalmazdı.
Peki ama neden? Aşağı Doğu mahallesinin hayat şartları neden gizleniyor? İki tercih arasındaki bu uçurumu aklım almıyor. Bayan Müdire’nin odasından çıkıyorum. Aklımdan geçen tek bir düşünce var; ailemi görmek istiyorum.
Gazete binasından çıkıp arabama biniyorum. Yurttan ayrılmadan önceki son ev iznimin üzerinden bir sene geçti. O günden beri onları hiç görmedim. Sabah duyduklarımdan sonra, nasıl bir hayat yaşadıklarını kafamda canlandırmaya çalışıyorum. Gerçek olabileceği düşüncesi korkutuyor beni. Gitmeden markete uğrayıp bir sürü şey almak geçiyor içimden ama yapamıyorum. Yukarı Batılıların Aşağı Doğululara yardım etmesi yasak. Çikolatacının önünden geçerken arabayı durduruyorum. Ablamın küçükken, bitmesin diye günlerce minik minik parçalar koparıp yediği o muhteşem çikolatayı hatırlıyorum. Çok pahalı olduğu için babam sadece bir defa alabilmişti o çikolatadan. Gidip raftan iki paket alıp kasaya geçiyorum. Marketten çıkarken çantamın dibine doğru yerleştiriyorum, kimse fark etmeyecek olsa da tedbirli olmam gerekiyor.
Mahalle sınırına yaklaştım, kalp atışlarım hızlandı. Bir yandan toplumun (benim dahil olduğum toplumun) kınayacağı bir harekette bulunuyor olmanın huzursuzluğu, diğer tarafta özlem duyduğum samimi sıcaklığa doğru yaklaşıyor olmanın sevinci. Yasaya aykırı hiçbir şey yapmadığım yönünde kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Bu yasağı toplum kendi kendine oluşturmadı mı; ‘Sarı Belgesiz bir kadınla görülmek çok utanç verici.’ ‘O mahallelerin yanından bile geçmek uğursuzluk.’ diyerek.
Sokaklar cıvıl cıvıl bağırıp gülüşen çocukların, ışığı açınca kaçışan karafatmalar gibi dört bir yana koşturduğu parklarla dolu. Seslerini duyabilmek için camı açıyorum. On iki buçuk yaşımdan beri duymamıştım bu sesleri. Baş ağrıtıcı gürültünün tezat huzurunu yaşıyorum. Arabanın hızını düşürmek zorunda kalıyorum, her an önüme bir çocuğun fırlayabileceğinden korkarak.
Işıklarda hamile bir kadın. Karnı sanki az önce bir koyun yutmuş gibi, patlamak üzere. Ama o patlama riskine karşılık yüzündeki o sakin mutluluk ne kadar şaşırtıcı. Yanaklarının allıksız doğal pembesi, gözlerinin farsız ışıltısı.
Eve doğru ilerledikçe eski anıların canlılığında başka bir gezegene geçiş yapmış gibi hissediyorum. Varlığını unuttuklarım karşıma çıktıkça çocukluğuma dönüyorum. Oyuncak mağazalarının rengarenk vitrinleri, annesinin elinden tutmuş sekerek, hoplayarak ilerleyen çocuklar. Burada her şey ne kadar canlı, ne kadar gerçek.
İşte doğduğum ev, zamana yenik düşmüş; çatlamış sıvaları, poşetle kapatılmış kırık camları, eski yeşilinden hallice bahçe çitleri. Heyecan, korku ve endişe ile tıklatıyorum kapıyı. İçerden gelen ‘kim o’ öyle tanıdık bir sıcaklık yayıyor ki içime.
Kapıyı açan annem.
Hiç beklemediği her halinden belli olan sessiz şaşkın bakışlarıyla karşımda. Dayanamayıp sımsıkı sarılıyorum boynuna. Kokusunu doya doya içime çekiyorum. Başta taşıdığı tereddüdü, kapanan kapıyla birlikte kapının dışında bırakıp karşılık veriyor kolları bana.
Hasret ruhumun ikinci buluşması için oturma odasına geçiyorum, bir elim annemin soğan kokulu elinde.
Ablam koltuğun üzerinde koca bir kum torbası gibi uzanmış, kimin geldiğini görmek için gözü kapıda. Göz göze geliyoruz. Hamile bir kadına ani heyecan yaşatmanın bebeğin sağlığı için iyi olmadığını biliyorum ama alıştıra alıştıra görünmenin bir yolu da yok. Uzandığı koltuktan doğrulmak için, ters dönmüş bir kaplumbağa gibi çırpınmaya başlıyor. Onu daha fazla yormamak için yanına gidip omuzlarından tutuyorum. Aldığı kilolarla bir kadının güzelliğinin en üst noktada olabildiği dönemmiş hamilelik. İster kum torbası ister ters dönmüş bir kaplumbağa, karşımdaki bu güzelliği tarif edecek kelimeleri bulamıyorum. Ellerim istemsizce karnına doğru iniyor. Ne kadar gergin, sert bir kaya parçası gibi. Ama onu kırılgan bir zarmış gibi hafif dokunuşlarla okşuyorum. Okşadıkça o zarın altından bir şey hareket ediyor, minik minik tekmeliyor parmaklarımı. Demek böyle bir hismiş, hayatım boyunca ilk belki de son kez yaşıyorum bu duyguyu. Tadını çıkarmak için tüm sohbetimiz boyunca elimi kaldırmıyorum ablamın karnından.
Annem de ablam da burada olmamam gerektiğini söyleyip beni göndermeye çalışsalar da gözleri tam tersini söylüyor. Son bir seneyi özetlemeye başlıyoruz birbirimize. Anlatacak çok şey var, birbirinden tamamen zıt iki hayatın zamanla yarışında.
Sohbetimiz ilerlerken aniden ablamın irkilmesiyle kesiliyor cümleler. Bir tane daha ve bir tane daha. Giderek sıklaşıyor, doğum sancısı olabileceğini söylüyorlar aralarında. Bir anda koltuk ıslanmaya başlıyor, ter mi o? Annem ‘suyu geldi, bebek geliyo’ gibi şeyler söylüyor. Hastaneye gitmemiz gerektiğini söylüyorum bende. Ancak hastanelerin doğum yapmadıklarını öğreniyorum. Evlere gelen ebeler yapıyormuş doğumu. Ne kadar korkuyorlar doğumun özendiriciliğinden.
Ebenin eve gelişi ve gidişi arasındaki süre o kadar hızlı ilerledi ki; dolup boşalan sıcak sular, kanlı havlular, koşturmalar. Sanki bir anda biri sihir yaptı ve annemin kucağında kırmızı suratlı, durmadan çığlık atan bir bebek beliriverdi.
-Kızın oldu
Bir kız çocuğu daha. Bu dünyaya geldiğinde seçim şansı verilmiş gibi görünen ama neyi seçeceği konusunda toplumun itekleyici baskısından kurtulamayacak olan bir kız. Şanslı mı? Bilemiyorum.
Annem yeğenimi görebilmem için yanıma getiriyor. Kırmızı, kirli bir et parçası nasıl bu kadar güzel görünebilir? O isyan ettiren çığlıklar nasıl bu kadar huzur verebilir? Gözlerimi alamıyorum bu mucizeden.
Günlerdir gözümün önünden gitmiyor o evde gördüklerim, yaşadıklarım, yeğenim. Ailemi bir kez ziyaret edip hayatıma devam edecektim. Ama şimdi minik Kırmızı Surat’ı tekrar görebilmek için can atıyorum.
Günlerdir Aşağı Doğu yakasında yaşadıklarımı düşünmekten uyuyamamış olmanın sersemliğiyle başlıyorum yeni güne. Telefonda ismini vermek istemeyen birinin sözleriyle işime yöneliyor zihnim.
-Her gün bir sürü kadın intihar ediyor. Hiçbir kanal haberini yapmıyor, herkes sessiz kalmayı tercih ediyor. Ama birilerinin bu ölümleri durdurması gerek. Lütfen, en azından araştıracağınızı söyleyin, diye yalvarıyor karşımdaki titrek ses. Gelen tüm ihbarları önce Bayan Müdire’ye bildirmem gerekiyor olsa da bu sefer öyle yapmamayı seçiyorum. Birkaç gün önce arşivde gördüğüm ölüm dosyalarını tekrar incelemek için arşive gidiyorum. Müdürümden habersiz giriştiğim bu işin altından nasıl kalkacağımı hiç bilmiyorum. Her bulduğum kanıt başka bir yola sokuyor beni. Her bir bağlantı bir öncesine, her şeyin en başına kadar götürüyor beni. Öğrendiklerimin ağırlığı altında eziliyor duygularım. Yukarı Batı yakasının karanlık yüzü, sert bir duvar gibi çarpıyor yüzüme.
Bundan yaklaşık yirmi altı sene evvel kuruluyor Kadın Cumhuriyeti’nin temelleri. Binlerce kadının haklı isyanıyla başlayan bir mücadeleye dönüşüyor. Erkek hakimiyetinden, haksızlığa uğramaktan, ayrımcılıktan, ikinci sınıf vatandaş gibi yaşamaktan ve en önemlisi de bir ‘doğurma makinesi’ gibi görülmekten artık bunalmış kadınların taşan sabrı sonucu geliniyor bu noktaya. Sahip oldukları böylesine yüce bir gücün, anneliğin, onları hayattaki her şeyden mahrum bırakmasına sebep erkeklere karşı bir gecede ayaklanıyorlar. Bedensel güçleri belki daha zayıf ama birlikte hareket edebilmenin artırıcı gücü sayesinde erkek egemenliğini yıkmayı başarıyorlar. Kadınların yönetiminde yeni bir sistem, erkeklerle aynı statüde yaşayabildikleri yeni yasalar çıkarıyorlar. Ancak bu gücü ve eşitliği ellerinde tutabilmeleri için zayıflıklarından da kurtulmaları gerekiyor: Doğurma yetilerinden.
Bir taraftan nüfusun devamlılığı, diğer taraftan adaletli olma çabası sonucu kadınlara iki seçenek sunuldu: annelik ve kariyer. Ancak zaman içerisinde adaletli olma sebebi ortadan kalkarak, yalnızca nüfus devamlılığı için bir zorunluluk haline geldi. Kadınlığa adım atmış kız çocukları bir hafta içerisinde Kariyer Merkezi’ne giderek Sarı Defter’i imzalamak zorunda. İmzalamayanlar otomatik olarak anneliği seçmiş oluyordu. Ve sarı belgeli olmayan hiçbir kadının çalışmasına izin verilmiyordu. Kariyeri tercih edenler ise, ömürleri boyunca çocuk sahibi olmayacaklarına dair, doğurma haklarından vazgeçmiş oluyorlardı. Tarihte bazı kadınlar sözleşmelerini ihmal etmiş ve gizlice hamile kalmışlardı. Ortaya çıktığında ülkede büyük olaylara sebep olmuştu. Bu sebeple imzayı atan kadınların kollarına birer saat takarak hap kullanımları takip altına alınmıştı. Yine aynı sebeple olacak, Sarı Belgeli kadınları eğitim için toplayan yurtların açılma kararının da bu döneme denk geldiğini öğreniyorum. Tamamen kariyer odaklı eğitimin asıl amacı kararlarından asla pişman olmayacak bireyler yetiştirmek, işe de yarıyor olduğunu görüyorum. Yurttayken ailelerimizi sadece ayda bir görmemize izin vardı, etkilenmemizden çok korkuyor olmalılar.
İki grubu sadece iş hayatında değil, sosyal yaşamlarında da birbirinden ayırma ihtiyacı duyulmuştu. Bu sebeple belgesiz grup Aşağı Doğu yakasına gönderilmişti. İlk seneler devlet Aşağı Doğu yakasına maddi destek sağlıyordu. Ancak Yukarı Batı yakasının artan giderlerine yetişemeyince desteğini çekmişti. Sefaletin neden bu kadar arttığını açıklıyor bu durum. Yıllar içerisinde Yukarı Batılılar ve Aşağı Doğuluların arasındaki kopukluk ve seviye farklı giderek artmaya başlamış ve toplumun dışlayıcı zihniyeti bugünkü üst seviyesine ulaşmıştı.
Anlaşılan o ki, başlarda nispeten adil bir ülke yaratma gayesi, gün geçtikçe yozlaşmanın kurbanı olmuş ve bugünün amaçsız, duygusuz, ruhsuz kimliğine dönüşmüştü. Şimdiyse bu yozlaşmanın kurbanı kadınlar, amaçsız hayatlarından vazgeçecek kadar yollarını kaybetmiş durumdalar.
Korkunç gerçekler ile sarsıldığım sandalyede uzun bir süre ne yapacağımı bilmez halde boşluğa bakıyorum.
Tercih hakkı tanınmış, tercihinde yönlendirilmiş kadınlar olarak hayatımıza devam etme kararı almışız. Ne farkı var ki öncesindeki sınırsız seçenekler arasındaki baskıcı sınırlı tercihler dünyasından? Adil, eşitlikçi çözüm yolu bulduklarını sanmışlar belli ki ama bugün geldiğimiz noktada anlıyorum ki çözüm, kuralları alt üst edip sıfırlamak değilmiş. Anneliğinden vazgeçerek kazanılmış kariyer bir başarı olsaydı bu kadınlar intihara yönelmezdi. Anne olmayı, dünya üzerinde öncelikle bir birey olmaya tercih eden ikinci gruptaki kadınlar da toplumdan dışlanıp sefalet içinde ölüme terk edilmezdi. Her ikisine de sahip olacağımız bir hayatı hak edecek potansiyelimiz varken neden birinden vazgeçmek zorunda kaldığımız eril bir düzene döndük yine, anlam veremiyorum. Anlam veremediğim bu düzenin içerisinde, ben ruhsuz bir birey olarak silinip gitmeyeceğim diye söz veriyorum kendime. Sandalyeden kalkıp boş koridora doğru ilerliyorum, dimdik ve sağlam adımlarla.
(Edremit Kent Konseyi Kadın Ve Öyküler 2020 Öykü Yarışmasına katılmıştır)