Meltem Akadur
Beyoğlu'nda Suzan'ı Beklerken

Suzan aslında özünde o kadar kötü biri değildi. Kimseyi kıracak, kandıracak, zorlayacak bir karakteri yoktu. Öyle ki, kafede garsonu çağıırken bile sesi çatallanır, sanki önünde hazırola geçecekmiş gibi ayağa kalkardı. Tanıyanlar onun merhametini övmekle bitiremezdi. Ama o yılanı bile deliğinden çıkarabilecek dili var ya, işte onun karşısında asla 'hayır' diyemzdi insan. Abiler de bunu iyi bilecekki, bizim gibileri toplama işini ona vermişlerdi.
Suzan'la ilk tanışmamız şu Cihangir'e inerkenki lokantalardan birindeydi. Ben o zamanlar son sınıftaydım, babamın deyişiyle pek hovardaydım.
-Bu çocuktan bir cacık olmaz. Öğretmenlik diye tutturmuş, ölü bir mesleğin hayalini kuruyor, diye şikaytlenirdi kardeşime. Ona hissettiklerimi, hayallerimi nasıl anlatabilirdim ki, ben kurallara karşı çıkan, asi, serseri bir çocuktum. Öğretmenlikse onun için geleceği olmayan bir meslekti.
-1-2 seneye öğretmenlik diye birşey kalmayacak, görüyorsun ya sanal eğitime geçiliyor artık. İnsanların aklını karıştıran öğretmenlere ne gerek var hah?
Aslında haklıydı, hızlı şekilde sanal dersler arttırılıyor, eğitim tekele geçiyordu. Zaten öğretmenlik eğitimi veren devlet üniversitesi de kalmamıştı artık.
Bir gün, artık o kasabada ömür boyu babamın dükkanında yaşlanacağım kaygısıyla ümitsizliğe düşmüşken, annem avucuma sıkıştırdığı bir kağıt parçasıyla çıkageldi. Haline bakılırsa babamdan gizli işler çeviriyordu.
-Al şunu oğlum, sıkıyönetimin ilk günlerinde elime geçmişti bu haber, bir gün lazım olur dye saklamıştım.
Merdiven altı bir üniversite broşürüydü elime uzattığı.
Gizli saklı başvurduğum o üniversitede okumak için kendimi istanbulda buldum. Eğitimimi ve giderlerimi karşılayabilmek için garsonluk yapmaya başladığım lokantada gördüm Suzan'ı ilk defa.
Uzun zamandır kimsenin elinde görmemiştim, 'Küçük Prens' okuyordu. Üzerinde rengi biraz solmuş ama hala kızıllığını kaybetmemiş kırmızı bir kazakla ve ona tezat doğallığıyla karşımdaydı.
Bu kadar cesur bir kızı farketmemek mümkün değildi oysaki. Bu kitabı saklmaış, ulu orta okuyan biri onlardan olamaz diye düşündüm. Müşteriler azalınca yavaşça yanına yaklaşarak 'pardon' dedim.
-Bu kiktabı uzun zamandır kimsede görmemiştim, diğer kitaplarla yakıldığını sanıyordum. Rica etsem katılabilir miyim?diye çıkıverdi sözcükler ağzımdan. Öyle baktı ki, cevap vermesine gerek yoktu. Neysekği patron dükkanda değildi de hikayeyi sonuna kadar okuduk berbaer. Okurken çocukluğuma gittim, annemin bana anlattığı masallara. Gözümün önünde hayali bir sinema oynatıyordum, hepsinin kahramanı bendim. Sonra bir gün annem gitti, nereye ve neden olduğunu hiç bilemedim. Babam 'onun gitmesi gerekiyordu, size zarar vermemek için gitti' diyordu yalnızca. Ama ben, bana verdiği zararı bir türlü anlayamamıştım. Ta ki sıkıyönetim tüm yıkıcılığyla kendini gösterene kadar. Bir haftada bütün hikayeler, romanlar yakıldı, oyuncaklar imha edildi, barlar, eğlence merkezleri, oyun oarkları yıkılarak yerine kocaman gri binalar dikildi. Okullar bir bir kapanarak bu dev gri binalarda toplandı. Geriye sadece yeni düzen için hazırlanmış birkaç kitap ve bu kitaplardan okuyan, gözleri donuk, ruhları sönük öğretmenler kaldı. Ve ben hayallerimle bir başıma ortada kaldım. İşte o zaman anladım, annem bana en büyük zararı vermişti zaten, hayal kurmayı öğretmişti.
Şimdi şu İstiklalde yürürken daha da farkına varıyorum ki, annemin elinden tutupta o dondurmacı senin bu şekerci benim, oyuncakçısından kırtasiyesine annemi peşimden koşturduğum sokaklar, şimdi yüzyıllık uykusuna dalmış gibi, tanımadığım bir kokuya, renksizliğe, sessizliğe bürünmüş. Oysa ki büyük heyecanla koşardım şu taşların üstünde, gülen çocuk sesleriyle, sokak çalgıcısıyla, bağıran esnafıyla, kestane kebabıyla.
Neyse, nerede kalmıştım, hıh Suzan....
Hikaye bittiğinde, gözlerine dökülen altıun rengi kahküllerini eliyle düzelterek bana baktı
-Ne düşünüyorsun, diye sordu. 'Gerçekten küçük prensinki gibi bir gezegen var mıdır?
-Bilmem. Ama ben küçükken gitiğimi hatırlıyorum.
O günden sonraki iki üç gün görünmedi, dördüncü gün yanında iki kişiyle geldi. Onların da benim gibi topladığı insanlardan olduğunu o günün sonunda öğrenecektim. Siparişini almak bahanesiyle yanlarına yaklaştığımda
-Otur lütfen, dedi. Ancak lokantanın en yoğun saatiydi, üstelik patron da gözlerini her zamanki gibi üzerime dikmiş beni kontrol ediyordu.
-Akşam çıkışta buluşalım mı? Diyerek işime döndüm. Ne konuşacaktık bilmiyorum ama öğrenmek için sabırsızlanıyor hatta anlam veremediğim bir heyecan duyuyordum.
Akşam şu arka sokaktaki yeraltı kafelerden birinde buluştuk ve benim hikayem orada başladı.
-Pardon beyefendi, bu sizin cebinizden düştü sanırım
Aldı ve cebine attı. Teşekkür etmek bile kalmadı artık, inanamıyorum, verdiğim kararın ne kadar doğru olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum. Şu gençlere bak, yine bitme, palazlanmış sakalları olmasa, gözlerinin ışığı gitmiş, aynı ritmik hareketle ilerleyen bedenlere genç demek olanaksız. Artık paylaşacak, konuşacak hiçbir şeyi kalmayan insan sürüsü. Aynı küçükken köye gittiğimizde çobanın kavalıyla sürdüğü koyun sürüsü gibi. Onlar bile bazen sınırın dışına çıkardı. Suzan, bir an önce seni görmeliyim.
Suzan’ı ilk tanımaya başladığım günler gözlerimi kör etmişti, sanki yaşama sebebimi bulmuş gibiydim. Bana ne söylese sorgusuz sualsiz yerine getiriyordum. Onun herkesten farklı olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu ama neden benden başka kimsenin dikkatini çekmemişti anlamıyordum. Eğer çekseydi… Birkaç hafta bu şekilde devam etti; her akşam toplanıyor, ertesi günün planlarını yapıyor, gün içinde potansiyel kişilere ulaşıyor ve gün geçtikçe büyüyorduk. Aslında ne çok insanın değişen dünyaya içten içe isyan ettiğini şaşkınlıkla izliyordum. Potansiyel kişileri biz belirliyorduk, ikna etme işini ise Suzan yapıyordu. Bunca hazırlığın elbette bir sebebi vardı ve o gün artık gelmişti. Ancak bazı soru işaretleri de kafamda belirmeye başlamıştı. ne kadar kalabalık olsakta, onları yenecek güçte olduğumuza inanamıyordum bir türlü. Çocukluğumda kurduğum hayaller geri gelebilecek miydi? Anneme kavuşacak mıydım?
Hah, annem küçükken kardeşimle beni şu AVM’nin olduğu yerdeki sinemaya getirirdi. Ayda bir çocuk filmi gelirdi o sinemaya. Westerne taptığımız, evdeki şişeleri tabanca yaptığımız dönemlerdi. Şimdi ise avlayacak bir sineği bile olmayan kovboy çakması misali bir AVM’ye dönüşmüş durumda, o bile ruhunu bulamamış ki nefes alsın.
Babam ‘bu dünyanın bir düzeni var, o düzenin dışına çıkanın bu dünyada yeri olmaz’ derdi hep. Bizler ise bu düzenin dışına çıkmakla kalmayıp, diğerlerini de dışarı çıkarmaya çalışan bir grup hayalperestlerdik. Yaptığımız her şey, başka gözle bakan için hayalden ibaret, belki Suzan bile bir hayaldi. Bir anlık geçmiş özlemiyle kafamda kurduğum, yasaklı bir duygu çarpıntısı olabilirdi. Bu düşünceler kafamda aç kurtlar gibi dönmeye başlayınca kendimi o yeraltı sığınağından dışarı attım. Galiba bir karar vermiştim (ya da verdiğimi sanmıştım) her insan gibi standart bir hayatın içinde, standart düzen içinde, standart bir insan gibi ‘sınırlı’ bir mutluluğu yaşama fikri, yakalanıp bunlardan da yoksun kalma ihtimaline baskın gelmişti. Zaten Suzan o sırada planlardan başını kaldırıpta yokluğumu fark edecek durumda değildi. Hem bir eksik iki fazla, ne değişirdi ki? Neye yarardı? (tabi bu düşüncelerimden hep pişman olacaktım) Kafamı toparlamak için birkaç günlüğüne memlekete gittim, biraz kardeşimle vakit geçirmek bana iyi gelir diye düşündüm. Üstelik oraya gitmeyeli tam yedi sene olmuştu. Ancak gittiğimde karşılaştığım manzara hiçte beklediğim gibi değildi. ‘Abi beni sinemaya götürür müsün diyen, oyunların ortasında pat diye ‘beni de aranıza alın’ diye ağlayan çocuğun yerine, buz gibi bir ‘merhaba’ ile karşılayıp masasının başına geçen bu yabancıyı tanıyamamıştım. Orada geçirdiğim beş gün boyunca tek iletişimimiz birkaç kısa cümleden ibaretti. Sorduğum soruları kısa ve kalıplaşmış birkaç kelimeyle cevaplamaktan öteye gitmedi. Mahallelinin de ondan farkı yoktu. Sokaklar bir elden çıkmış gibi görünen gri ceketli, sanki bir ip üzerindeymiş, dışına çıkarsa düşecekmiş gibi yürüyen insanlarla doluydu. Çocukken top oynadığımız boş arsada şuan kocaman bir fabrika yükseliyordu. Tüm kasabanın ev ihtiyaçları burada üretiliyor ve belirli günlerde listedeki sıraya göre eşit miktarda dağıtılıyordu. Balkonlarında rengarenk çamaşırların asılı olduğu, çingene pembesinden gök mavisine iki-üç katlı binaların yerini ise hepsi yedi-sekiz katlı, yüksek tavanlı, duman rengi binalar almıştı.
Hayat buradan ayrıldıktan sonra çok hızlı değişmiş, yeni sistemi çok çabuk kabullenmiş ve adapte olmuştu.
Gözlerime inanamadım, kalbimin derinlerinde sanki tüm geçmişi elinden alınmış, bomboş bir heykel gibi hissettim. O ruhsuz yerde durmaya daha fazla dayanamayacağımı anladım. Neden geldiğimi sormayan kardeşim, neden apar topar döndüğümü de merak etmemişti.
Şimdi şu granit kaplanmış yolda, yanımdan geçen boş bedenlere rağmen; güneşe doğru gözlerimi kısarak, esintiyi yüzümde hissederek yürürken, sanki çok uzun yıllar geçmiş ben Beyoğlu2na sırtımı çevireli diye düşünüyorum. Ben onun parçası olmuştum, o beni kayboluşuna çekmeden. Onu ve tüm bu kaybolmuş bedenleri güneşe doğru çevirmenin vakti gelmişti artık. İstanbul’a adımımı attığım anda soluğu yeraltı sığınağında aldım. Suzan’ı görmeliydim ama orada değildi. Telefon numaramı bırakarak çıktım oradan. İki gün boyunca ses çıkmadı Suzandan. Ta ki dün akşama kadar. Telefonum mesaj sesiyle titrediğinde anlamıştım, Suzan’dı.
-Yarın saat 2’de.
Nerede bekleyeceğimi bile soramamıştım. Ama içimde yine o ilk buluşacağımız zaman ki heyecanla ama bu sefer tam anlamıyla inanarak, kendimi burada buldum.