Meltem Akadur
Görünmez Kayıplar

Şehir birbirine karışmış, insanlar nehirden toplanıp kovaya atılmış balıklar gibi üst üste çırpınıyordu. Yoksa hep böyleydi de o mu yeni fark ediyordu? Kalabalık, sanki o yokmuşçasına, boşlukta, üzerinden geçiyor, tabanlarından yağan çamurdan açamadığı gözleriyle yolunu bulmaya çalışıyordu. Devleşmişti sokaklar, uçsuzlaşmış, erişilmez olmuştu gökdelenler. En köşeye koştu, yan yan, seri adımlarla. Belki de kenardan yürümek daha akıllıca olurdu, dünya onu asfalta yapıştırmaya hazırlanıyorken. Yeraltına doğmuş bir örümceğin hayatıydı onunki, bahtsız bedende, aynı alemin yanlış türüydü o. Eller geziniyordu üzerinde, tiksindiriyordu o kokuşmuş suratları belki de. Aslında onu göremeyecek kadar meşguldüler, onu korkutan da buydu ya zaten, görünmez oluşu. Bir adımdı hayatı, belki saatte beş kilometrelik bir hareketti, hatta sokakları yıkayan su damlaları. Her şey o kadar basit, yaşamı o kadar narindi. Ayakları yan yan gitti. Karşısına çıkan ilk vitrinin önüne geçti, ardındaki çirkin dünyaya inat kendi güzelliğini görmeliydi. Fonda kararmış şehrin yansıması, dört çift bacağını seyretti camdaki yansımasında. Muhteşem tüylerinin dağılımını inceledi. Ne kadar kusursuz yaratılmış olduğuna övündü. Koşturmaca siren seslerini çağırınca telaşlandı. Kaçmalıydı, hızı saatte altmış kilometreye varan ayaklanmanın altında ezilmemek için kaçmalıydı.
Kaçarken aklına geldi, ‘ortalığın karıştığını hissettiğin an kimseye görünmeden bir yolunu bul ve buraya gel’ demişti. Ne kadar parlaktı ayakkabıları. Sanki gece gibi, yıldız yıldızdı ruganı. Ailesini, kardeşlerini kaybettiği bir zaman çıkmıştı karşısına bu adam, karalar içinde, boynundan aşağıya gri üzeri siyah benekli yılan sarkan, yıldız ayakkabılı, dev boyunlu hayırsever. ‘Burada yaşayacaksın’ demişti. ‘Eğer eve giren birileri olursa şu basamakların yanında gizli bir kol var, onu çevir ve kendini içeri at’ demişti, basamağın dibinde ucu görünen topuz şeklindeki çubuğu göstererek.
Evin kapısına geldiğinde etrafına bakındı, takip edilmediğinden emin olunca, arka duvardaki bir çatlaktan içeri attı kendini. Ne kadar yüksekti tavanlar, ne büyüktü eşyalar. Koltuğa kadar attığı dört çift bacaktan toplam sekiz adım, onu çok yormuştu. Her taraf ağlarla örtülüydü, daha evvel akrabaları da burayı kullanmış olmalı, diye geçirdi içinden. Hayırsever dev neden koruyordu ki onları?
Herkesin tiksindiği, gördüğü yerde ayaklarının altında ezmek için çaba sarf ettiği, yok etmeye çalıştığı bir örümceği kim neden korusundu ki? Aklı almıyordu, zaten beyni de örümcekten ibaret değil miydi?
Geceler, gündüzler, dakikalar hep birbirinin aynıydı. Dört yanını sarmış sessizlik, saatin tıkırtısıyla yarışır durumdaydı. Acaba dışarıda hayat ne durumda, savaş devam ediyor muydu? Bu delikte daha ne kadar kalmalıydı? Gece karası ayakkabılı adam ona haber verirdi herhalde. Ama bu boşluk dayanılır gibi değildi, gün hangi dilimdeydi, güneşi getirmiş miydi, yoksa ayın ışığında mıydı tüm şehir, bilmiyor yalnızca bekliyordu.
Saatler geçti, koca iki gün birbirinin ardına sanki sürünürcesine ilerledi. Artık bu belirsiz bekleyişin bir sonu olmalı diye düşünürken kapının önünde bir gürültü koptu. ‘En ufak seste gizli kolu çek’ diye tekrarladı içinden. Örümcek beyni, ‘yaşam savaşı’ için bunu iyice kazımıştı en derinlere. Sekiz küçük ayak buz üstünde gibi kaydı basamakların yanına. Kolu ancak kendisi kadar küçük bir bedenin fark edebileceği bir yerdeydi ve bir o kadar da küçük, tam da onun boyutlarında. Hemen kendine çekti ve yukarı doğru kalkmakta olan ahşabın içine attı kendini, atmasıyla tekrar kapandı kapak.
İçerisi çok karanlıktı. Ama o zaten alışıktı karanlıkta yaşamaya, beton çatlaklarında, kaldırım köşelerinde gizlenerek ve kaçarak. Gözleri her ayrıntıyı taradı gizlendiği merdiven altı otelinde. Ahşapların üst üste oturuşunu, altındaki betonun balon balon kabartılarını, havasındaki yağmur sonrası ağaç kökleri kokusunu. Yukardan yaklaşmakta olan sesler böldü duyularının birbiri içerisinde kayışını.
Giderek yaklaşıyordu ağır bedenler, yükselip alçalan ayaklar altında titreyen döşemenin, kendi gibi görünmez alt dünyasını toza boğarak. Gittikçe daha yakın, daha, daha… Basamağın esneyişini hissetti ince tüylerinde. Tam üstündeydiler, onu arıyorlardı.
-O piçlerden biri buralarda olmalı, iyice arayın heryeri. Hangi deliğe girdiyse bulun onu
-Komutanım heryere baktık, radyatörlere bile, kaçmış olmalı
-Kaç bakalım. Hepinizi yeryüzünden yok etmeden terk etmeyeceğim bu ülkeyi.
Korkudan iyice sindi bulunduğu deliğin en dip köşesine. Nefes bile almaya korkuyordu. sanki alsa nefesi dev kasırgalara yol açacakmış gibi, soluk borusunda tutuyordu onu. İçinde toplanan hava moleküllerini birbirine bağlayıp atmak istiyordu şu küçük kara delikten. Tıpkı onu o deliğe hapseden yeşil koca ayakları olduğu gibi. Kaç saat geçti, yoksa günler mi geçmişti, bilmiyordu. O karanlık, ahşabın derzlerinden sızan ince ışık ve o ışıkla kendine yol bulmuş tahta kuruları. Hangi zamandaydı?
Yeşil ayaklı yaratıklar kuşatmıştı her tarafı, burdan kaçış yoktu. Zaten kaçabilse nereye gidecekti ki? Dışarısı bu delikten daha güvenli değildi ki. Bacaklarının ikisi hareketsizliğe yenik düşmüş kıpırdamıyor. Diğer altısı direnmeye devam ediyordu. Azıcık hareket edebilse o iki taneyi de kardeşlerine kavuşturabilirdi. Ağlarından tutunup kendini yerden kaldırmayı denedi ama ses çıkarmamak için hemen vazgeçti, risk alamazdı. ‘Ne olursa olsun, gittiklerinden emin olmadan yerinden kıpırdama’ demişti boynu yılan tasmalı adam.
-Komutanım, albay bizi birliğe çağırıyor
-Tam da üç beş keklik avına çıkmışken olmadı şimdi. Hadi bakalım eğlence bitti beyler, gidiyoruz.
Doğru duymuştu değil mi, ayrılıyorlardı sonunda. Günler (yoksa saatler miydi) sonra kurtulacaktı mumyalanmış tabut gibi saklandığı yerden. Bir ‘ohhhh’ çekti, çok içten, şiddetli bir oh çekmiş olmalı
-Sesi duydunuz mu
-Ne sesi komutanım, ben duymadım
-Hayır hayır, kesinlikle duydum ben, şu taraftan geldi, deyip merdivene yöneldi. Donup kalmış, tüm tüyleri diken diken olmuş, onları düzeltmeye bile korkuyordu. En ufak bir ses daha onun sonu olabilirdi. Yeşil ayaklı dev yaratık yere doğru eğildi, basamağın altındaki boşluğu yokladı, parmaklarının eklemiyle tıkırdatarak. Sonra kenarlarında gezdirmeye başladı uçlarını, belki bir kilit bulma düşüncesiyle. Artık heyecan küçük kalbine fazla geliyor, sekiz bacağı da tüyleri havada dalgalanarak titriyordu.
-Sesin buradan geldiğine emin misiniz komutanım?
-Kulaklarımdan şüphen mi var?
-Yok, ne haddime
-Bu basamağın altı boş, biri gelsin açsın şurayı.
Birkaç çift dev ayak, döşemeyi sarsarak, bulunduğu basamakta durdular. Önce derinden, sonra şiddetli bir gökgürültüsü gibi, metalin ahşap üzerindeki hakimiyetini ürpererek hissetti. Tozlar yağmur gibi yağıyordu, çatlaktan içeri sızan ışık bile dumana boğulmuştu. Kademeli kullandığı oksijen, son toz bulutuyla hızlanarak azalıyordu.
-Burada kimse görünmüyor
-İyi bakın, feneri getir bana
Karanlık köşede, bacaklarını birbirine yapıştırıp büründüğü top haliyle bekledi, öylesine görünmezdi., bulunduğu zeminde bir topraktan fazlası değildi. Buna sevinmeli miydi bilemedi. Ama şimdilik onu kurtarmıştı. Koca ayaklar, döşemedeki döküntüyü de havalandırarak çekip gitti, gerisinde görünmezlerin çığlıklarıyla.