top of page
  • Yazarın fotoğrafıMeltem Akadur

Malubalu ve Mavi Taş



Çok çalışıyorlardı, Malubalu’yu memnun etmek gün geçtikçe daha fazla emek ve enerji gerektiriyordu. Ancak, evlerine götürecekleri üç beş Mai için değerdi. Onun, o yüce Göktanrısının etekleri misali parlak mavi rengi, yaşamlarının devamı için sudan çok daha vazgeçilmezdi. Mai bulunmadan önceki karanlık, sefil hayatlarının korkusu akıllardan hiç silinmiyor, o hayata dönmemek için tüm benlikleriyle gece gündüz çalışıyorlardı.

Madenlerde yine sıradan bir gündü. Alexis sıska bedenini kayaya dayamış, alnındaki teri silerek,

‘Crista çok yavaşsın, vakit kaybettiriyorsun. Bu akşam da anneme elim boş gitmek istemiyorum. Maisiz bir gece daha aç yatmaya dayanamaz zavallı kadın.’ diye sitem ediyordu, belki birazcık şakayla karışık. Bunu Crista da istemiyordu elbette. Anne ve babası eve her boş gidişinde gözlerinden yayılan hayal kırıklığıyla başlarını eğip ‘üzülme, yarını bekleriz biz’ diye onu teselli etmeye çalışsalar da, havaya yayılan o tarifi zor kırılganlık Cristanın kalbine ok gibi işliyordu. Madenden çıkaracakları her Mai’ye çok ihtiyaçları olduğunu iyi biliyordu bilmesine ancak son günlerde eski enerjisini bir türlü bulamıyordu.

-Merak etme, zaten Büyülü Güçler artık desteklerini çekiyorlar, madenlere bir uğursuzluk çöküverdi, istemesekte işimiz erken bitecek gibi, diyerek boş el arabasını Alexis’in yanına bıraktı. Malubalu sözünden dönmüş olmalıydı, artık eskisi kadar maden çıkaramıyorlardı.

-Haklısın, dedi Alexis. ‘Bu sabah gördün mü, arka mahalledeki üç kardeş var ya, hani geçen ay senle çatıda oyun oynarken kafamızdan aşağı sarı çamur dökmüştü en küçükleri. Annemle babam da ‘birkaç aya kadar Malubalu’ya gidecekler ikisi, o zaman üçüncü oğlan size tek başına sataşmaya cesaret edemez’ demişti. İşte o kardeşler ‘yeterince saf olmadıkları’ gerekçesiyle madenden içeri alınmamışlar. Daha önce hiç olmamıştı böyle bir şey.

Gerçekten de daha önce hiçbir çocuğun başına gelmemişti böyle bir olay. Malubalu yaşı gelen her çocuğu, çocukluk döneminin bittiği güne kadar çalıştırırdı madenlerde.

Alexis elindeki kürek ile oyuktan bir miktar mavi taş çıkartırken sordu:

-Bu kaçıncı akşam olacak?

-Beşinci

-Bizim de üçüncü, dedi Alexis. Şimdilik dayanıyoruz, ama kaç gün daha dayanırız bilmiyorum, bugün yarın biter, yeni Mailere ihtiyacımız var.

-Bizimkiler iki gün önce bitti. Artık sekiz karına yetmiyor işte. Kardeşim Roxila’nın iki senesi var daha, sekizine girince o da gelecek. Onun o pamuk ellerine kıyamıyorum ama sekiz nüfusa da tek başıma yetişemiyorum. O da çalışınca biraz daha rahatlayacağız. Eh belki o zamana kadar Malubalu atalarımıza zamanında verdiği , 'madenlerden ömür boyu faydalanma' sözünü tekrar yerine getirmeye karar verir. Ne de olsa ruhu kirlenmemiş -bizim gibi- taze bedenlere ihtiyacı var. Biz de onu memnun etmek için çabalıyoruz. Fakat görünen o ki artık…

-Sus, dedi Alexis. ‘Biliyorsun, o bizi heryerde duyabilir, onu kızdırmak istemeyiz.

-Evet haklısın.

Mesailerinin bitmesine daha iki saat vardı, azıcık daha mavi taştan çıkarabilselerdi, bu akşamı kurtarabilirlerdi.

-Hadi Crista, neyi bekliyorsun, dedi Alexis. Ancak Crista, sırtı Alexis’e dönük, yere oturmuş tepkisiz duruyordu. Bir kez daha seslendi, ancak yanıt yoktu. Elindeki taşları dikkatlice oyuğa geri bırakarak Crista’nın yanına gitti. Omzuna dokunduğunda, son günlerde ne kadar zayıflamış olduğunu farketti. Madenin içinde o kadar vakit geçiriyorlardı ki, eskisi gibi birbirlerine zaman ayıramaz olmuşlardı. Belli ki yüzüne bile gerçekten bakmayalı çok olmuştu. Yoksa bu değişim son beş gün içerisinde mi olmuştu?

Omzundan tutup sarsmaya devam ediyordu ancak hala tepki vermiyordu. Bir süre bu şekilde sarsmaya devam ettikten sonra Crista sanki uykusundan zorla uyandırılmış gibi irkilerek gözlerini açtı ve ‘Ne oldu?’ der gibi Alexis’e baktı.

-Neyin var Crista, bu üç gün içinde dördüncü kez oluyor. Dünkünde neredeyse kafanı el arabasına çarpacaktın düşerken.

-Bilmiyorum, inan hatırlamıyorum.

Günün sonunda iki sokak arkadaki evlerine doğru yola koyuldular. Dut ve limon ağaçları içindeki iki yapışık bahçenin önüne geldiklerinde, elleri yine boş şekilde ayrıldılar. Crista kapıyı çaldığında küçük kardeşi açtı kapıyı, yüzündeki heyecan yerini hayal kırıklığına bıraktığında

-Bugünde mi malubalu hastaymış abla?

-Evet küçük. İyileşsin, bize çok cömert davranacağına eminim, azıcık daha sabret. Aklından geçenleri söyleyemezdi elbet, o daha çok küçüktü.

Anne babası da yataklarındaydı, başka ne yapabilirlerdi ki boş mideyle? Madende dağıtılan öğle yemeğini beş küçük kardeşine pay etti.

-Ben madende yedim biraz, dedi Roxila’nın sorgulayan bakışları altında.

Ertesi gün yine işlerinin başındaydılar. Crista bugün çok daha yavaş çalışıyor ve buna rağmen sanki saatlerce yağmurun altında kalmış gibi elbiseleri su içindeydi. Oyuğun içinde çırpınan Alexis ise bugün Crista ile uğraşacak durumda değildi. Çalışırken bir yandan da hayatlarında olup bitenleri düşünüyordu.

Anne babalarının çalışıp, eve üç beş lokma ya getirdiği ama çoğunlukla getiremediği zamanları artık kimse hatırlamıyor gibiydi. Aslında hatırlamak da istemiyordu, öyle ya, o günler karanlık günlerdi. Açlıktan ölen insanlar vardı, yüce Göktanrının gözyaşlarına muhtaç topraklarda, kuru toprak yemeye razı çocuklar vardı. Ne diye hatırlayıpta mutluluklarına gölge düşürsünlerdi. Malubalu ülkeye yeni bir düzen getirmişti, herkes mutluydu. Sefalet bitmiş, o ‘mavi taş’ tüm aç midelere, yıllarca yağmur yüzü görmemiş bir çöl çiçeğinin su ile buluşması gibi bayram sevinci getirmişti. Karşılığında istediği tek şey küçük, masum bedenlerdi onun hizmetinde çalışacak, olsundu, buna değerdi.

‘Annem küçükken, dedem iş dönüşü cebinde küçük şekerlerden getirecek diye, bizim şimdi yerinde depo olan dut ağacının altında yolunu beklermiş, her akşam, ne garip. Şimdi ise çocuklarının yolunu gözlüyor ana babalar. Acaba eskiden çocuklar bütün gün ne ile zaman geçiriyorlardı, çuvalları mı taşıyorlardı? Yoksa fırında ocağın başını mı bekliyorlardı? Bazen merak ediyorum.

Tam bu düşünceler kafasından geçerken bir süredir Crista’dan hiç ses çıkmadığını farketti. Elindeki ağır küreği bırakarak bir mola vermek için arkasını döndü ve Crista’yı el arabasının tekerleği yanına uzanmış yatıyor görünce yanına koştu.

O anda ilk tanıştıkları o güneşli bahar akşamı gözünün önüne geldi. Üç tekerlekli bisikletinin üzerinde. Sarı çiçekleriyle gözlerini kamaştıran, biraz da kıskançlık uyandıran elbisesiyle karşısına geçip ‘annem sizdemi? diye sormuştu. Alexis ise hiç cevap vermeden, elindeki saçları dökülmüş bebeğiyle uzaklaşmıştı yanından. Bu kaçışın, yıllar yılı onları tek yürek yapacak bir dostluğun başlangıcı olacağını bilseydi…diye düşündü, kalbinin ortasına oturmuş koca bir kaya parçasıyla el arabasının yanında dikilirken.

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page