Meltem Akadur
Sonsuzluğun Dayanılmaz Sesi

Konuşuyorlar, konuşuyorlar, ardı arkası kesilmiyor bu uğultuların. Kulaklarımın o incecik zarını saniyede beş bin kez titreten titreşimlerin her birini, taneciklerin kulağımda çarptığı her noktayı tek tek beynimde hissediyorum.
Bir yandan yüz yıllardır bitmeyen, her yüz yılda binlercesi daha eklenen hatıralar, bir yanda gökyüzünde oradan oraya taşınan elektronlar, öte yanda yaşamın devam edebilmesi için muhtaç kalınan mekanik zımbırtıların iç gıcıklayan hayat mücadelesi. Bir yüz yıl, belki bin yıl daha bu seslere dayanabileceğimi, bu işkenceye katlanabileceğimi sanmıyorum.
Azıcık sessizlik…
Off, işte yine o raymobillerden biri daha geliyor olmalı, kulak deliğimden beynimin içine izinsiz girmiş bir sivrisineğin, beynimin her bir kıvrımı arasında vızzlaması gibi bir gürültüyle. Milyonlarca uçan et yığını molekülü. Bundan altı-yedi yüzyıl önce kim derdi ki, gece pıt pıt damlayan musluk sesi gibi işkence haline geleceklerini.
Ne büyük icat…
Işın makinesi…
Kimlik adıyla ‘raymobil’..
Bedenlerimiz hava molekülleri arasında seyahat ederken neden bu kadar rahatsız edici olmak zorunda? Veya bedenlerimizi bir yerden bir yere taşımak için enden bu kadar sabırsız olduk?
Bahçedeki şu çocukların oyunları yok mu
-heyy çocuklar atıyorum topu
-top bendeee
-fuuvv
Işın topları ile oynayalı, çocuklar da adeta ışın makinesine dönüştüler. İçtikleri yeni nesil kapsüllerden midir, oyunun hızından mı, bazen insan olmadıklarını düşünüyorum beş saniyede katettikleri mesafeleri görünce.
Yok, hayır, işime odaklanmalı, evin dışındaki her şeyi duymazdan gelmeliyim.
Evet, işte böyle
Ohh, beynimin içinde zil sesi, işte o kadın. Şimdi anlatmaya başlayacak yine, ‘biz kocamla.. şey pardon iki yüz yirmi yıl evvel ölen eski kocamla, Amerikaya uçakla giderdik inanabiliyor musun?...Yahu hani şu mobil gözlükler çıkıpta bilgisayar denilen o ilkel aletleri yok ettiğimizde ne kadar rahatlamıştık. Hıh şu an kendimi o gözlüklerle bile düşünmüyorum ya neyse. Her şeyi beynimize yerleştirmekle ne iyi yaptılar…’ falan filan dır vır…Yok hayat artık ne kadar harikaymış, her işini yapacak makinelerin olması, ne yarın ne de dünü düşünmek zorunda olmaması, merak ettiği hiçbir şeyin olmaması, bilinmezlerin olmaması ne kadar huzur vericiymiş, bilmem neler…
Bağırmak istiyorum. ‘Bundan yüz yıllar önce insanlar ölebiliyordu ama kendinden sonra nesil devam etsin diye yerine taze kanlar da bırakabiliyordu. İnsan alemi hep beslenebiliyordu, yenilenebiliyordu hatırlıyor musun? Şu lanet iksiri havaya karıştırıpta bizi bu dünyaya hapsettiklerinden beri, şimdi geride sadece biz varız, sonsuza dek, ne bir eksik ne bir fazla, hep biz…’
Ama asla anlayamayacağını biliyor ve şu baloncuklu havaya iki ses dalgası daha göndermemek için susuyorum.
Üzerinde uzun zamandır çalıştığım aleti tamamlamanın vakti geldi. Onun için gerekli tüm teknoloji artık elimin altında, yapılacak tek şey doğru şekilde birleştirmek.
Olamaz, yine beynimin içinde bir ses, bu sefer kız kardeşim, görüşmek istiyor, konuşalım bakalım derdi neymiş. Tabi ki kendine uygun koca bulamamak, ne olabilir ki başka? Şu yüz yıla girdik, hala kadınların derdi aynı.
-Yok abi işte, karşıma çıkanlar da en az otuz-kırk yaş büyük benden, daha yaşıma uygun birini istiyorum.
Sanki kendisi on sekizinde. Beş yüz seksen üç, dile kolay.
-Ama sende taktın şu yaş olayına. Sonsuzluk çağı başladığında sen on bir yaşındaydın. Ve biliyorsun ki o yıllarda genç nüfus giderek azalmaya başlamıştı. Sonsuzluk iksiri insan nüfusunu sabitlediğinde yeterince genç nüfus yoktu, sayınız oldukça azdı. O sebeple yaşıtın arayışından bence vazgeçmelisin. Veya yalnız olmayı kabullenmelisin. O kadar da kötü değil.
-Senin gibi mi abi? Neredeyse altı yüz yılını tek başına geçirdin, sana kalsa şuan sahip olduğumuz hiçbir şeye sahip olmazdık, bir hizmetkar gibi yaşlanıp ölürdük şu toprakların altında. Huysuzluğundan hiçbir şey kaybetmedin bunca sene. Ama ben senin gibi değilim, çağın gerisinde kalamam. Ve benimle aynı hayatı paylaşacak birini bulmak için gerekirse bin yıl daha beklerim.
Dıt dıt dııtt.
Neyse nerede kalmıştık. Evet, işte, şu parçayı da yerine yerleştirdim mi geriye yalnızca antisonsuzluk iksiri hazırlamak kalıyor. Bunun için yardıma ihtiyacım olacak, ama yapmaya çalıştığım şey bir anlaşılırsa…
-Günaydın, yine mi çalışıyorsun, karıştır karıştır bitiremedin şu boyaları dostum. Bunca sene sıkılmadın mı, kendine yeni yüz yıl için yeni uğraşlar bulmalısın
-Günaydın sana da dostum. Her seferinde farklı bileşimler elde ediyorum. Benim bu ‘boyalarım’ olmasa sen Afrikadaki kuzeninle istediğin an nasıl oturup zar atacaksın ha?
-Tabi tabi (geçiştiriyorum, yoksa bu muhabbet uzar gider) Yok mu bana ikram edecek bir kapsülün?
-Olmaz mı, yeni keşfimi hazırlayayım sana bekle burda
İşte, içeri gitti. Hadi zaman, bu sefer senin hızına ihtiyacım var.
Evet, neredeydi şu eski mobil gözlük, buralarda bir rafa kaldırmış olmalı. Yıllar evvel bana bahsettiği gizli formülü o zamanlar ciddiye almamıştım, mucizevi ölümsüzlüğün doyumsuzluğu içerisinde bir rüyaya dalmıştım adeta. Ama şimdi bütün umutlarım ona bağlı. Üzgünüm eski dostum, keşke seninle başka bir yüz yılda başka şartlar altında tanışmış olsaydık. Zamanın daha kısıtlı ama daha değerli olduğu, anıların daha vazgeçilmez olduğu, yarının merak uyandırdığı, yüz yüze sohbetlerin olduğu bir yüz yılda.. Ama çok geç.
Sonunda dünya bile dönmeyi bıraktı. Ne havada uçan moleküller, ne insanların ses tellerinden çıkan ardı arkası kesilmez titreşimler, ne durmadan çalışan, elimizi kolumuzu bağlayan makinelerin sesi…. Sadece kalbimin atan tiktakları… Susmasına benim karar vereceğim tiktaklar… Ama o zamana kadar seslerini dinleyerek gökyüzünde maviye dönen bulutları izlemek… İşte yıllardır aradığım huzur.